9 Aralık 2013 Pazartesi

ELEMENTLERiN TEORiSi - 2 ; SiLiKON Bölüm 2


Bölüm 2

Bağ dokularının vücutta nem tutabilmesinin önemi erken yaşlanmaktan korunmaya yönelik düşünülebilir. Bu dokuların “sululuğu” raw food beslenmeye ve hidrasyona olduğu kadar silikona da bağlıdır. En yüksek silikon oranı ise saç ve tırnaklarda bulunur. Saç ve tırnakların sağlıklı görünümüne destek olan silikon, cildin gücünü de arttırarak kırışıklıklar ile savaşır.

Vücudumuzda silikonun kalsiyuma oranı biyolojik bir gençlik markeridir. Doğduğumuzda vücudumuzda bulunan yüksek silikon ve düşük kalsiyum oranı yaşımız ilerledikçe tam tersine dönmektedir. Araştırmalar 10 yaşına gelindiğinde günümüz demineralize beslenme stilin de etkisi ile silikonun ciddi oranda kaybolduğunu ve ilerleyen yaşlarda azalmaya devam ettiğini belgelemiştir.

Silikon, oksijenden sonra dünyada en fazla bulunan elementtir. Kum ve kuvarsda silikon dioksit / silis (SiO2) yapısında bulunan silikon, granit gibi minerallerde ise silikat yapısındadır. Yüksek konsantrasyonlarda silis içeren besinler şunlardır;
* Aykuyruğu
* Kenevir Yaprağı
* Isırganotu
* Kırmızı Turp
* Frenkinciri (Hintinciri)
* Marul
* Mercanköşk
* Yeni Zelanda Ispanağı
* Dulavratotu Kökü
* Salatalık (kabuk kısmında)
* Dolmalık Biber (üst zar kısmında)
* Domates (kabuğunda)
* Yulaf (metal-kesim)

Vücutta silikon eksikliği ise kendisini başlıca şu semptomlar ile gösterebilir;
* Kırılgan tırnak ve saç telleri
* Diş çürükleri
* Zayıf kemikler
* Zayıf bağ, kiriş ve tendonlar
* Cilt kalitesinde düşüş
* Arteroskleroz (zayıf ve gözenekli arterler)
* Anfizem gibi akciğer bozuklukları

Son olarak, doğal kaynak suları tüketiminizde içerisinde en yüksek oranda silis içeren ürünleri tercih etmeniz dileği ile Zindelikler Dileriz…

23 Kasım 2013 Cumartesi

ELEMENTLERiN TEORiSi - 2 ; SiLiKON



Bölüm 1

Silisin kireçtaşına dönüşümünün uzun yıllardır biliniyor olması bir silis zengini antik atkuyruğu (equisetum) bitkisisnin re-kalsifikasyon amacı ile kullanılmasını sağlamıştır. Ciğerlerde kalsifikasyonu hızlandırdığından tüberküloz tedavisine destek için kullanılmasının başlangıcı ise 1846 yılına ve bir homeopati uzmanı olan Pierre Jousset’ e kadar uzanmaktadır.

Biyolojik transmutasyon bilgileri bizlere çeşitli avantajlar kazandırmaktadır ve silikonun kalsiyuma dönüşümü de bunlardan birisidir. Silikon belirli bir bilinç kavramına sahip bir maddedir ve tüm bilgisayar ile akıllı çiplerimizin “silikon vadisi”nden gelmiş olması bir rastlantı değildir. Kristaller ile sıhhat bulma deneyimlerinin de arkasında da kristallerin aslında bir silikon olması yatmaktadır.

Vücudumuzda ise silikon; damarlar, kemikler, kıkırdaklar, saç, bağ dokuları, ciğerler, lenf nodları, kaslar, tırnaklar, dişler, tendonlar ve nefes borusunda yer almaktadır. Mükemmel bir yalıtım sağlayıcı olan silikon sayesinde kan hem ılık kalmakta, hem de kandaki elektrolit tuzlardan kaynaklanan elektrik akışına destek oluşmaktadır. Atardamar duvarlarının elastisitesi de silikon ile korunmaktadır.

Kemiklerde silikon aktif gelişimin her bölümünde yer almaktadır.
Silikonun kalsiyuma transformasyonu nedeni ile kemiklerdeki gelişme ve iyileşme sürecinde olan bölümlerde silikon bulunmakta ve silikon zengini otlar ile besinlerin kemik yoğunluğu üzerindeki etkilerinin önemi farkedilmektedir. Özellikle çocuklarda silikon zengini bir diet diş ve çene kemiklerinde sağlam bir oluşum ile çürüklerde azalma sağlamakta, diş etlerinde kanama ve atrofiye bağlı diş kaybı da azalmaktadır.

Sağlam kas dokularında % 2 oranında silikon bulunmakta ve kasların esnekliğini sağlamaktadır. Bu bize silikonun bir anlamda yoga minerali olduğunu da göstermektedir. Bağ dokularımız ise kolajen, elastin ile polisakkarit şeker içermekte ve silikon barındıran bütün bu moleküller cilt, tendonlarımız ve hatta gözlerimizin elastik kalitesi kontrol etmektedirler.

(Devam edecektir...)

15 Kasım 2013 Cuma

MEYVE ve SEBZE ALIŞVERiŞiNDE ORGANiK

“Organik” etiketinin anlamı üretimin sentetik gübre ve kimyasal kullanılmadan gerçekleştirilmesi ve GDO’ suz, hormonsuz, antibiyotiksiz ve ışınlama / radyasyonsuz bir üretimin sağlanmış olmasıdır. “Organik” tüketmek harikadır fakat sağlıklı olmak için herşeyin organik olması da gerekmez ve eğer mümkünse lokal üreticilerden taze olarak edinilecek pek çok ürün sorunları çözer. Kıvırcık salata, marul ve diğer yeşillerin organik olması gerekli değildir çünkü pek çok yeşil zaten oldukça temizdir. Sadece iyice yıkadığından emin olmanız yeterlidir.

Yeşilleri seçerken koyu olanlarına doğru (hindiba, hardal otu, vb.) yönelmeniz acı olmalarının aslında zararlı böceklere karşı da bir kalkan oluşturması nedeni ile daha güvenli bir seçimdir. Ayrıca içlerindeki anti-oksidanları da unutmamak gerekir. Bununla beraber meyve alırken kabuklarında yüksek oranda tarım ilacı bulunabileceğini göz önüne alarak organik üretimleri tercih etmeniz gerekir.

Organik ürün bulmanız zor oluyor ise; Environmental Working Group (EWG) tarafından 2000 – 2005 yılları arasında ABD Tarım Bakanlığı bilgisinde gerçekleştirilen 43.000 test sonrasında açıklanan en kötüden (en yüksek tarım ilacı içeren) en iyiye doğru sebze ve meyve sıralaması (Ürün / Skor bazında) sizler için bir yardımcı olabilir ve altta bulunan bu listenin ilk sıralarındaki meyve / sebzelerde soyabildiklerinizin kabuklarını soyarak veya çok iyi yıkayarak bir önlem alabilirsiniz.

Şeftali 100, Elma 96, Dolmalık Biber 86, Kereviz 85, Çilek 83, Kiraz 75, Marul / Kıvırcık 69, Üzüm (İthal) 68, Armut 65, Ispanak 60, Patates 58, Havuç 57, Sivri Biber 55, Kırmızı Acı Biber 53, Salatalık 52, Ahududu / Frambuaz 47, Erik 46, Portakal 46, Üzüm (ABD Yerli) 46, Karnabahar 39, Mandalina 38, Mantar 37, Kantalup Kavunu 34, Limon , Kavun, Greyfurt 31, Domates, Tatlı Patates 30, Karpuz 25, Yaban Mersini 24, Papaya 21, Patlıcan 19, Brokoli 18, Lahana 17, Muz 16, Kivi 14, Asparagus , Bezelye (dondurulmuş)11, Mango 9, Ananas 7, Tatlı Mısır (dondurulmuş) 2, Avokado ve Soğan 1.

Zindelikler Dileriz…

11 Kasım 2013 Pazartesi

BROKOLi’ Yi BUHARDA PiŞiRMEK



A.B.D. Illinois Üniversitesi bünyesinde tamamlanan araştırmalarda brokolinin hazırlanma yönteminin potansiyel güçleri üzerinde büyük değişikliklere yol açtığı gözlemlenmiştir.

Doğal olarak içeriğinde bulunan bir fitokimyasal olan “sülforafan” kaynağı olarak oldukça değerli olan brokoli bu nedenle laboratuar testlerinde güçlü bir kanser savaşçısı olarak belirlenmiştir. Bununla beraber sülforafan oluşumu için bir enzim olan “mirosinaz” gereklidir ve mirosinaz hasar gördüğü takdirde sülforafan görev yapmamaktadır.

Üniversite araştırmacıları brokoliyi kaynatarak, mikrodalgada ısıtarak ve buharda ısıtarak farklı yöntemleri denemişler ve sadece 5 dakikanın altında buharda ısıtmanın mirosinazı korumuş olduğunu belgelemişlerdir. Kaynatılan veya mikrodalga fırına konulan brokolilerde ise süre bir dakikanın altında bile olsa enzimlerin büyük bir çoğunluğu hasar görmüştür.

Yapılan ilginç deneylerden biri brokoliyi pişirmeden yiyemeyen gruptaki insanlar için yapılmış ve pişirilmiş brokolinin yanında mirosinaz içeren herhangi bir raw-food ürünün yenilmesinin de sülforafan oluşumunu desteklediği bulgulanmıştır. Mirosinaz içeren ikinci bir çiğ gıdanın etkileşimi ile kan ve idrar seviyelerindeki sülforafan yükselmiş, brokolinin anti-kanser güçleri geri gelmiştir.

7 Kasım 2013 tarihinde “American Institute for Cancer Research” yıllık toplantısında sunumu yapılan araştırmaya göre hardalotu, turp, aragula, wasabi ve coleslaw (bir tür lahana salatası) bozulan sülforafan oluşumunu restore eden en güçlü mirosinaz kaynaklarıdır.

Zindelikler Dileriz…

4 Kasım 2013 Pazartesi

ELEMENTLERiN TEORiSi – 1

Elementler (atomlar ve mineraller de diyebiliriz) genellikle kök dilinin ilk harfi ile belirtilirler. Aynı harf ile başlayan farklı elementlerde ise sorun yanlarına ikinci bir harf eklenilerek çözümlenmiştir. Örneğin; C (Carbon): Karbon, Ca (Calcium): Kalsiyum, Cl (Chlorine): Klor, Cu (Copper): Bakır (Fransızca Cuivre’ den alınmıştır), S (Sulfur): Sülfür, Si (Silicon): Silikon, N (Nitrogen): Nitrojen, Na (Natrium -Sodium): Sodyum gibi.

Altın Latince adı olan Aurum’ dan gelmektedir ve Au ile belirtilir. Civa, civa zehirlenmesi anlamını taşıyan "hydrargyrism" kelimesinden türetilerek Hg ile belirtilmiştir.

Potasyum gibi bazı elementlerin harfleri ise daha antik isimlerinden etkilenmiştir. “K” ile belirtilen potasyumun Latince ismi “Kalium” aslında Arapça ismi olan “Al Khali” den türetilmiştir. İngilizceye ve dilimize “Alkali” olarak giren bu kelimenin kökü budur ve güçlü asit anlamının tam tersi olan güçlü bazı ifade eder. (Önemli not: Potasyum bir alkali mineral olduğu halde besinlerde alkali mineral etkisi göstermemektedir.)

Mineraller bileşik ya da moleküllerden farklılık göstermektedirler, bir anlamda bileşik ya da moleküller minerallerin kombinasyonlarını içermektedirler. Örneğin; Silisin, Silikon ve Oksijenin SO2 olarak bir kombinasyonu olması veya Nitrojen ile Hidrojenin NH3 olarak amonyumu oluşturması gibi.

Biyolojik transmutasyon ise bir elementin diğerine alkemik olarak dönüşümüdür. Organik silisin kalsiyuma, potasyumun sodyuma, manganın demire dönüşümleri bu tip örneklerdendir.

İçerisinde bulunduğumuz hayat kimya ve fizikten çok daha fazlasını içermektedir. Raw-Food (Çiğ Beslenme) paradigmasını da şekillendiren ve beslenme düzeninin değişimini hedefleyen randomize birçok faktör bu şekilde açıklanmaktadır.

Bir sonraki bölümde bazı önemli elementelerin metabolik etkilerini detaylı incelemeye başlayacağımız yazımızın devamında buluşmak üzere zindelikler dileriz…

30 Ekim 2013 Çarşamba

ÇiĞ BESLENME iLE KiLO KONTROLÜ



ÇiĞ BESLENME iLE KiLO KONTROLÜ

Kilo verebilmek için limitlemeniz veya elimine etmeniz gereken besinler nişastalı karbonhidratlar olan patetes, pirinç, makarna, ekmek, mısr cipleri, patates cipsleri, bira, vb. ile pişirilmiş yağlar, yüksek yağ oranlı etler ve pastörize süt ürünleridir.

Fazla yeme alışkanlığı ve kilo alımı demineralize besinler yenmesi ile oluşur. Yediğiniz bir yiyeceğin mineral oranı ne kadar yüksek ise fazla yemeniz de o kadar zorlaşır. Çiğ ya da ham yenilen besinler metabolizmaya güçlü bir sinyal göndererek fazla miktarda tüketimi engelleyebilirler. “Aliesthetic tad değişimi” olarak adlandırıan bu süreçte mineral oranı yüksek ham besinler ticari olarak yetiştirilmiş ürünler (havuç, çekirdeksiz meyveler, mısır şurubu ürünleri, patates ve fırınlanmış patates ürünleri, ekmek, makarna, bira, pirinçli ürünler v.b. ticari tahıllar) gibi alışkanlık ta yapmayarak metabolizmayı gereken mineral ve vitaminlerin alındığı konusunda kolaylıkla bilgilendirirler.

Her zaman doğru olmasa da hipotiroid vakalarının aşırı kilo ile bağlantılı olabileceği söylenmektedir. Eğer böyle bir durumunuz var ise tiroidinizi hindistancevizi yağı, kelp, biberler ve narenciye gibi vitamin C zengini ürünler ile B vitamini ve enzim açısından güçlü raw sauerkraut (laktik asit ile fermente olmuş bir lahana turşusu) tarzı besinler ile güçlendirmeniz gerekmektedir. Bu ürünler ile ilgili daha detaylı bilgi almak için myrawlifestyle@gmail.com adresimizi kullanabilirsiniz.

Zindelikler Dileriz...

UYKUSUZLUK VE ÇiĞ BESLENME



Sağlıklı bir uyku düzeni yüz ve vücut kasları, sinirler ve beyni dinlendirir. Cilt ve bağlayıcı dokuların yenilendiği uyku düzeni sürecinde sinir sistemi de şarj ediliyor denilebilir.

Genellikle raw-food beslenme düzenine başlayan kişilerin bir süre sonra pişirilmiş yedikleri döneme göre günde 2 saat daha az uyumayı tercih ettikleri görülmüştür. Uyku ihtiyacı kişinin efektif bir sağlık ve sindirim sitemi için depoladığı enerjiye ve metabolizmanın iç işleyişine bağlı olduğu için bu değişikliklerin hissedilmesi için aylar, hatta yılı aşkın bir süre geçmesi gerekebilir.
Bilmemiz gereken en önemli nokta ne kadar fazla yersek o kadar uzun uyumamız gerektiğidir ve dinlendirici bir uykuya boş sayılacak mide ve zihin ile başlanması en doğru yoldur.

Uykusuzluk, gün içerisinde fiziksel aktivite yapılarak düzenlenebilir. Taze marul / göbek salata suyu ise raw-food stilinde uykusuzluk veya düzenli bir uyku için kullanılabilecek en eski formüllerdendir. Uyku tetikleyici (soporific) maddeler içeren bu suyun yatıştırıcı ve sakinleştirici bir etkisi bulunmaktadır.

Sinir pasajlarını temizleyerek öforik bir etki uyandıran serotoninin öncü kimyasalı olan triptofan alımının düzenlenmesi de araştırmalarda uykusuzluk, duygusal baskı , kaygı ve endişe için önerilmiştir. Triptofan kabak çekirdeği gibi sağlıklı ve yüksek proteinli ürünlerden elde edilebilir.

Çiğ beslenme hayat stilinin yeterli derecede fiziksel aktivite ile birleştirilerek metabolizmanın dengede tutulması uyku düzenine kolay ve zevkli bir şekilde ulaşmanızın en doğal yöntemidir.

Zindelikler Dileriz..

BESiN TÜRLERi VE ALKALi / ASiT DEĞERLERi: BÖLÜM 4 - ET VE KEMiKLER



BÖLÜM 4 - ET VE KEMiKLER

Et, balıklar dahil tüm hayvanların kas bölgesidir. Fosforik asit içerdiğinden dolayı doğal olarak bir asidize edicidir.

Kemik iliği bir alkali yağ kaynağıdır ve bitkisel bazlı nadir alkali özellikli yağlardan olan zeytinyağı gibi ender rastlanan özelliktedir. Kemikleri yiyemeyiz fakat yiyebilecek olsak bile besin endüstrisi tarafından üretilen hayvanların kemiklerinde bulunan toksin ve kurşun gibi ağır metaller nedeni ile faydadan çok zarar görebileceğimiz öngörülmektedir. Tavsiye edilen ise asit özellikli et yeniliyorsa yanında mutlaka yeşil yapraklı sebzeler içeren bir salata takviyesine sahip olarak asit/alkali dengesini korumak gerektiğidir.

Tüm canlılar gibi insan vücudunda da ağır metallerin yoğunlukla depolandığı bölge kemiklerdir. Çiğ beslenme hayat stilini benimseyen kişilerde ilk birkaç ay sonrasında kan değerlerinde kurşun ve kadmiyum gibi metallerin yükselen oranı vücudun kendini temizleme sürecinin bir parçasıdır ve kalsiyum gibi sağlıklı mineraller ile yer değişiminin bir göstergesidir.

Zindelikler Dileriz…

BESiN TÜRLERi VE ALKALi / ASiT DEĞERLERi: BÖLÜM 3 – MANDIRA ÜRÜNLERi VE YUMURTALAR



BÖLÜM 3 – MANDIRA ÜRÜNLERi VE YUMURTALAR

SÜT VE SÜT ÜRÜNLERi

İneklerden elde edilen süt ve süt ürünleri aslında alkali özelliklerdedir, yalnız “eğer” sindirilebilinirlerse. Bu önemli bir “eğer” dir çünkü çoğu insanın inek sütü ve ürünlerini sindirebilecek enzimleri bulunmamaktadır.Oysa kalın yapıdaki inek sütünü parçalayabilmek ve minerallerine ayırma işlemi yeterli enzimler bulunmadan gerçekleşememektedir.

İnek ürünleri, özellikle pastörize olanlar, yapışkan özellikli ve mukus yapıcıdırlar. Pastörizasyon ayrıca yararlı probiyotik kültürleri yani yararlı bakterileri de yok etmektedir.

Yoğurt pastörize edildikten sonra kültürlendiğinden bir kısım probiyotikleri içerse de aslında en kaliteli kültürler hiç pastörize edilmemiş olan kefirde bulunurlar.

78.000 kadını kapsayan 12 yıl süreli bir Harvard çalışması inek sütü tüketen kadınların çok daha fazla osteoporoz ve kırılgan kemik sorunları ile karşı karşıya kaldığını belgelemiştir. (Bkz; “Milk, Dietary Calcium, and Bone Fractures in Women: A 12-year Prospective Study” by The American Journal of Public Health) En yoğun inek sütü tüketen ülkeler olan Birleşik Devletler, Kanada ve Finlandiya’ da en yüksek osteoporoz oranları belirlenmiş ve “Diet for A New America” ve “The Food Revolution” gibi yayınlar ile halk uyarılmaya çalışılmıştır.

Pastörize edilmemiş keçi sütü, keçi peyniri ve keçi kefiri en doğru mandıra ürünü seçimleridir. Yüksek alkali mineral içermesi ve kolay sindirilebilmesinin yanında keçi sütü kompozisyon olarak insan sütüne en yakın üründür.

YUMURTALAR

Yumurtalar çiğ iken akları güçlü enzim inhibitörleri içerirler. Bunun anlamı sindirilebilmeleri için pankreastan iç enzim kullanmaları gerektiğidir. Pişirildiklerinde ise bu inhibitörler yok olmaktadır. Çiğ yumurta sarısı ise pişirildiğinde yok olan yüksek besleyici özellikte lesitin içermektedir. Yumurtalar her şekilde asidize edici özelliktedirler.

Devam edecektir...

BESiN TÜRLERi VE ALKALi / ASiT DEĞERLERi: BÖLÜM 2 – SEBZELER, TAHILLAR, KURUYEMiŞ VE ÇEKiRDEKLER



BÖLÜM 2 – SEBZELER, TAHILLAR, KURUYEMiŞ VE ÇEKiRDEKLER

YEŞiL YAPRAKLI SEBZELER

Yeşil yapraklı sebzeler en önemli besin grubudurlar. En iyi alkalin mineral kaynağı olan yeşil yapraklarda aynı zamanda yüksek kalitede lif ve klorofil bulunmaktadır. Anti-stres etkisi ile rahatlatıcı da olan yeşil yapraklı sebzelerdeki klorofil bir kan yapıcıdır ve doğada bulunan en iyileştirici bileşenlerdendir. 1940 senesinde Temple Üniversitesi Deneysel Patoloji bölümü direktörü Dr. Benjamin Gurskin’ in 1200 hastayı kapsayan çalışmaları sonucu American Journal of Surgery’ de yayınladığı makalede hastaların tamamında gelişme gözlemlendiği belirtilmiş, 1950 senesinde de Dr. Howard Westcott beslenmeye ilave edilen 100 miligram klorofilin ağız, adet, vücut ve kötü idrar kokularını nötralize ettiğini bulgulamıştır.

KÖK SEBZELER

Kök sebzeler doğada nötr halden asidik duruma doğru değişim gösterirler. Turplar, soğanlar ve dulavratotu kökü nötr etki gösterirken patates ve havuçlar asidik özelliktedirler.

Toksik bileşenler solanin ve çakonin tüm patateslerde bulunmakta ve başlıca mahsul olarak patatese bağlı bir beslenme stili vücuttaki A vitaminini yok etmektedir. Yüksek oranda hibridize edilmiş olan patates “zayıfları ayıkla” mantığındaki çeşitli mantarların da ilgisini çektiği için mantar ilaçları kullanılarak yetiştirilmektedirler.

KURUYEMiŞLER, ÇEKiRDEKLER, TOHUMLAR

Kuruyemiş ve çekirdekler macadamia fındıklarından kabak çekirdeklerine kadar geniş bir yelpaze içerirler. Tahıl ve pirinçlerden üretilmiş ekmek, makarna gibi ürünler de bu gruba dahil sayılmaktadırlar.

Kuruyemiş ve çekirdekler genç bitkiye çabuk büyüme potansiyeli yaratan patlayıcı özellikte fosfor bileşeni içerirler. Tüm grup asidik özellikte kabul edilse de kendi aralarında asidik düzeyleri farklılıklar göstermektedir. Örneğin; buğday darıdan, ceviz bademden daha asidik özelliklerdedir.

Çekirdek, kuruyemiş ve tohumların su içerisinde bekletilmesi asit ve enzim inhibitörlerini deaktive eder, enzim inhibitörlerinin sindirimsel zorlukları aşılır ve alkalin özelliklere ulaşılır. Yine de filizlenip yeşil yapraklar oluşmadan tam olarak alkalin kabul edilmezler.

Bir kuruyemiş ya da çekirdeğin büyüme süreci fosforik bileşenlerin kalsiyum ve bazen de silikona dönüşmesidir (örneğin; olgunlaşmış otların bıçak keskinliğindeki yüzeyleri).

Hindistancevizi suyu eğer doğal ortamdan geliyor ise hafifçe alkalindir. Tayland gibi bölgelerden gelen tatlı hindistancevizi suyu ise asidik etki göstermektedir. Hindistancevizi eti ise diğer kuruyemiş ve çekirdekler kadar olmasa da asidik kabul edilmektedir.

TAHILLAR

Pişmiş tahıllar kaba ve ilkel ürünlerdir. Metabolizmanın ana yakıt olarak yağ ve/veya protein yaktığı koşullarda nişasta içeren ekmekler aşırı kilo alımına neden olurlar. Yakıt olarak karbonhidrat şeker kullanılan metabolizmalarda ise pişirilmiş yağlar kilo aldırırlar. Filizlendirilmiş tahıllar ise pişmiş tahıllardan daha kolay sindirilebildikleri için tercih sebebidirler.

Devam edecektir…

PATATES, BUĞDAY VE BAKLİYATLAR NEDEN DOĞAL BESLENMEDE TERCiH EDiLMEZLER ?



Bakliyatlar inflamasyon yaratan rahatsız edici proteinler içerirler. Yerfıstıkları ve bakliyatlarda bulunan alkoloid toksinler doğal hayatta hayvanlar tarafından yenilmelerini de engellerler. Bu toksik siyanojenlerin bir tanesi olan siyanür lima fasülyesinde yüksek miktarlarda bulunmaktadır. Fasülye ve bezelyeler kan kümelenmesine sebep olan hemagglutinin ve protein sindirimini kısıtlayan bileşenler içerirler. Bakla içerisinde toksik visin, kovisin ve isauramil bulunur. Bu toksinleri metabolizmasında parçalayamayan kişilerde toksinler kırmızı kan hücrelerinin oksijeni taşımasında engel oluşturarak baş ağrısı, baş dönmesi, abdominal ağrı, bulantı ve ateşe sebep olurlar. Yerfıstıkları ise zararlı bir mantar olan aflotoksin içerirler. Pişirme esnasında bu toksinlerin bir bölümü yok olsa da doğal olarak insan tüketimine uygun kabul edilmezler.

Soya fasülyeleri proteinden fazla yağ içerirler. Soya yağlarının tiroid çalışmasını yavaşlatan bir anti-tiroid etkisi bulunmaktadır ve metabolizmayı yavaşlatarak kilo alımına neden olurlar.

Patatesler köpeküzümü adı verilen bir familyanın üyesidirler. Bu familya üyeleri birçok toksin içerirken tatula (şeytan elması) gibi ürünler ölümcül özelliktedirler.
Fırınlanmış patatesler sadece şekerli/nişastalı ve kilo aldırıcı değil aynı zamanda da sinirleri etkileyen solanin ve çakonin gibi alkoloid toksinler içerirler. Yumruların üzerinde yarım ay şeklindeki çıkıntılarda (gözler) ve filizlenmiş bölgelerde yoğunlukta bulunan solaninler , kabuk ve kök bölgelerinde yoğunluğunu kaybetmektedirler.

Buğday tanesi gibi hububatlar hibridize olduklarından dolayı yüksek miktarlarda gluten içerirler. Gluten bağırsakların hassas yüzeyini yakabilen bir inflamatuar maddedir ve glutenin aynı zamanda birçok araştırmada kanıtlanmış şişmanlatıcı bir etkisi de bulunmaktadır. Tüm nişastalı karbonhidratlar gibi ciltte soluk bir görünüm yaratırlar.

Zindelikler Dileriz…

BESiN TÜRLERi VE ALKALi / ASiT DEĞERLERi: BÖLÜM 1 – MEYVELER VE ÇiÇEK POLENLERi

BÖLÜM 1 – MEYVELER VE ÇiÇEK POLENLERi

Meyveler, bitkilerin üreme için gerekli tohumlarının bulunduğu yenilebilir bölümleridir. Kesinlikle besinler içerisindeki en büyüleyici tür olan meyvelerin asit ve alkali değerleri çok büyük değişiklikler gösterir. İçerdiği mineral dereceleri baz alınarak bir kısmı alkali, bir kısmı nötr ve bir kısmı da asidik olarak sınıflandırılırsa da hiçbir meyvenin asit değeri bir et, tahıl yada fıstık gurubu kadar yüksek değildir.

ALKALi MEYVELER

Bir çelişki oluşturacak şekilde bazı alkalik meyvelerin sitrik asit gibi kuvvetli asidik içeriğe sahip olduğu bilinse de aslında bu meyveler vücutta nötralize edilerek ortaya alkali mineraller çıkartırlar. Alkali meyvelere örnek gösterebileceklerimiz olarak;
Keçiboynuzu, zeytin, incir, papaya, ananas, rambutan, greyfurt, limon, lime, portakal, mandalina, üzüm (çekirdekleri ile), kiraz, vişne, nar, böğürtlen, çitlembik, ahududu, frenkinciri, kızılcık, kivi, bamya ve acı şili’ yi sayabiliriz.

NÖTR MEYVELER

Kavun, karpuz, elmalar, dolmalık biber, salatalık, domates, mango, çilek, yaban mersini, şeftali, kayısı, nektarin, guava, balkabağı ve noni bu gruba dahil olanlardan bazılarıdır.

HAFiFÇE ASiDiK MEYVELER

Muz, avokado, hurma, üzüm (çekirdeksiz), kuru meyveler, dut, erik ve şerimoya sayılabileceğimiz bazı asidik meyve türleridir.

ÇiÇEK POLENLERi

Çiçeklerden gelen besinlerin üstün besleyici özellikleri buılunmaktadır ve salatalar üzerinde mükemmel sonuçlar verirler. Örneğin çiçek polenleri içerdiği iz mineral ve ultra yüksek kaliteli protein ile taze tüketildiğinde bir süper besindir. Genellikle sağlık ürünleri satan mağazalardan temin ettiğimiz polenlerin çabuk bozulma ihtimali yüksek olduğundan tüketilmeden önce bir bardak suya atılarak tazeliğinin test edilmesi önemlidir. Eğer bir bardak suya atılan polen örnekleri su içerisine batar ise taze, eğer su üzerinde yüzüyor ise bayat kabul edilir.

Devam edecektir...

MODERN BUĞDAYI NEDEN TÜKETMEMELiYiZ: BÖLÜM – 1 -



Modern buğday toksik bir maddedir. Buğday endüstrisi tarafından içerikleri açısından faydalı olduğu iddia edilse de buğday sofralarımıza birçok sağlık riski ile birlikte gelmektedir. Nörolojik bozukluk, bunama, kalp hastalıkları, katarakt, diyabet, arterit, iç organlarda yağlanma ve diğer birçok toleranssızlığa yol açan buğday, mısırdan sonra 700 milyon ton üretim ile dünyada ikinci sıradadır. Fakat dünya üzerindeki ticari yiyecek ürünlerinde bulunması açısından ana yemeğimiz sayılabilir.

Tarihte buğdayın farklılaşmasına bir göz atarsak aslında antik buğdayın besleyiciliğine saygı duymamız gerekir. Bununla beraber modern hayatta “buğday” diye tükettiğimizin bu antik atası ile pek fazla bir ilgisi yoktur. Modern tarımın üründen en fazla verimi elde etme gayretleri ile hibritleşmiş modern buğday tamamen değiştirilerek prehistorik genetik konfigürasyınundan kopartılmış, en naturel ve rafine edilmemiş hali bile genetik çizgisinin besleyiciliğine göre % 30 dan fazla değer kaybetmiştir. Doğanın buğday için yarattığı denge ve oranlar modifiye edilmiş, insan sindirim ve fizyolojisinin kolaylıkla adapte olamayacağı bir çerçeveye oturtulmuştur. Buğdayın yararlı olduğunu savunan sağlık uzmanlarının birçoğu da modern buğdayın yetiştirilmesinden tüketilmesine kadar geçen süreçteki evrimden habersizdir.

Buğdayın çoğunluğu % 60 ekstraksiyona uğramış ve ağartılmış beyaz undur. % 60 ekstraksiyon standardının anlamı buğdaydaki orijinal tohumun % 40 lık bölümünün ayrılması işlemidir. Yani zaten modifiye ve hibridize edilmiş buğdayın kalan besleyiciliğinin de % 40 ı alınmaktadır. En üzücü aynı ise bu ayrılan kısmın aslında en fazla besleyici vitamin ve mineralleri içeren tane ruşeymi ve kepek bölümleri olmasıdır. % 60 ekstraksiyon işleminde B1, B2, B3, E, folik asit, kalsiyum, fosfor, çinko, bakır, demir ve lif içeriğinin de % 50 si kaybolmaktadır.

Bazı uzmanlar eğer % 100 tam buğday ürünleri tüketirseniz kepek ve tanelerininde içerisinde kalacağını ve sağlığa “daha” faydalı olacağını söylemektedirler. Bu tanımlama da buğday endüstrisi tarafından benimsetilmiş olup % 100 tam buğday ürünleri buğday tane ruşeymi ve embriyolarının kimyasallar, gama ışınları ve mutasyonları tetikleme görevindeki x-ışınları ile deformasyonu ile üretilmektedir.

Buğdayda bulunan küçücük bir kimyasal olan WGA (BRA-Buğday Ruşeymi Aglutinin) günümüz buğdayında antik atalarından çok farklılaşmış halde ve buğdayın baş edilmesi zor etkilerinden sorumlu olarak bulunur. Pro-enflamatuar, kardiotoksik, nörotoksik ve imünotoksik etkileri bulunan modern BRA'nın en önemli sorunu hayat kalitemiz ile yaşam uzunluğu beklentimizi biz farkına varmadan düşüren “lektinler” dir. “Eşsiz” özelliklere sahip bir diğer bileşen olan Amilopektin sayesinde de iki dilim modern “tam buğday” ekmeği kan şekerimizi birçok şekerli bardan daha fazla yükseltebilmektedir.

Devam edecektir…

MiNERALLERiN ALKALi / ASiDiK DENGEYE ETKiLERi ve DENGELi BESLENME - BÖLÜM 2 -



Resimde bir “Asit / Alkali” tablosu görmektesiniz. Bu tablo aslında bir “ilkel bilgi” tablosudur çünkü ilk insanlar bu tabloda bulunan dengeye göre yaşamışlardır.

Eğer bir asidize edici besin yenilirse (örneğin; çekirdekler gibi) ardından dengeyi korumak için alkalize edici bir besin takviyesi (örneğin; yeşil yapraklı sebzeler) gerekmektedir. Yemekte tercih edilen bir pilavın yanında yeşil bir salata sindirim sisteminin verimini arttırır ve asit/alkali dengesini korur. Bu tablo ile günümüzün beslenme stilinin neden asidize edici olduğunu da kolayca anlayabiliriz. Modern hayatta tercih ettiğimiz yiyecekler genellikle kök bitkiler, taneler ve hayvansal kaslardır. Örneğin bir burgerde ekmek buğday tanesinden, eti kaslardan, yanında verilen kızartma ise kök patatesten yapılır. Standart bir kurufasülye – pilav ikiliside asidize edici tane ve tohumlardan başka birşey değildir.

Bu dengenin farkındalığına vardığınızda beslenme stilimizdeki yeşil yapraklıların eksikliğinin de farkına varabiliriz. Tabiki bu yeşil yapraklı çoğunluğun kolayca tercih ettiği ve yetersiz mineralli topraklardan gelmiş ticari bir aysberg de olmamalıdır. Asidik metabolizmayı dengeye getirmek için günde en az 2 adet ORGANiK yeşil salata veya 1 salata + 1 yeşil sebze suyu tercih etmek gereklidir.

Asidize olmanın kesin işaretlerinden biri de kahve, alkol, sigara v.b. bağımlılıklarımızdır. Bu tip ürünler alkoloidler adı verilen alkali uyarıcılar içererek bir süreliğine alkali hissini simüle ederler. Asidik olan bir kişi bu hisden geçici bir mutluluk duyabilir fakat sonrası esansiyel minerallerimizin tükenmesi, böbreküstü bezlerimizin boşalması, cildimizin, ciğerlerimizin ve diğer organlarımızın irite olarak kalınlaşması şeklinde bize geri döner. Asit/Alkali dengesinin korunduğu bünyelerde ise bu tip bağımlılık yapan ürünler artık sizi kısa süreli etkilememeye başlarlar ve bırakmanız oldukça kolaylaşır.

Sonuç; Unutmayın her bağımlılıkta mutlaka duygusal, ruhsal veya fiziksel zorluklar bulunur. Bir bölümü klorofil zengini de olan yeşil yapraklı çiğ sebzeler size ihtiyacınız olan tüm hayati alkalikliği ve bağımlı metabolizmanızı değiştirmeniz için gerekli ilk adımları sağlar.

Zindelikler dileriz...

MiNERALLERiN ALKALi / ASiDiK DENGEYE ETKiLERi ve DENGELi BESLENME - BÖLÜM 1 -



Vücut aktivitelerimizin % 95 kadarı vitaminler ile değil mineraller ile beslenir, yani biyokimyamız mineral bağımlıdır.

Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi vücudumuzun her hücresi 4,000’ in üzerinde enzim içerir ve bu enzimler sadece beslenme stilimiz yeterli miktarda ana ve iz mineraller içeriyor ise tam anlamııyla aktive olur.

Hangi besinlerin alkali etkiye, hangilerinin asidik etkiye sahip olduğunun ana belirleyicisi de yine besinlerin mineral içeriğidir. İçerisinde kalsiyum, magnezyum, silisyum, demir, sodyum ve mangan içeren besinler vücudumuzu alkalize ederken , fosfor, klor, iyot, nitrojen ve bir dereceye kadar sülfür içerenler ise asidik bir ortam oluşturur.

Bizler dengeli bir sağlıklı bir yaşam tarzı için hem alkali hem de asidik etkiye sahip olan besinlere ihtiyaç duyarız. Asidik bir ortam oluşturan besinler tek başlarına kötü olarak kabul edilemezler fakat asit fazlasının kısa ve uzun zamanlı etkileri kesinlikle kendisini hastalık, doku dejenerasyon, enflamasyon gibi şekillerde kendisini gösterir.

İdeal kan pH dengemiz 7.35 ile 7.40 arasında değişir. Vücudumuzda bulunan diğer dokular ise daha asidiktir; örneğin kas ve cilt dokularımızın ortalama pH seviyesi 6.8 dir. Birçok beslenme uzmanının görüşü vücudun ortalama pH dengesininin 7.0 dengesinde bulunması üzerinedir fakat hayatı boyunca asidik özellikleri fazla olan yiyeceklere yönelmiş olan kişilerde bu dengenin 6.2 ye kadar düştüğü belirlenmiştir.

Vücudumuz stoklarının yetebildiği belirli bir seviyeye kadar pH seviyesini kontrol etmek için elektrolit minerallerini kullanır. Elektrolit mineraller, bir solüsyon içerisinde elektrik iletebilen mineraller olan sodyum, potasyum, kalsiyum, magnezyum, lityum ve fosfordur. Stoklar bittiğinde ise kaçınılmaz asidik ortama doğru adım adım yönelme başlamış olur. Peki hayvansal ve bitkisel besinler mineral duumunu nasıl etkileyebilir?

Mineraller hayvansal ve bitkisel besinlerin farklı bölgelerinde üretilirler. Besin kaynaklarının bazı bölgeleri asit-üretici olabilirken bazı bölgeleri alkali-üretici formda olabilirler. Örneğin; olgun bir buğday bitkisi % 67 düzeyinde alkali-üretici bir mineral olan silis içerir fakat tanelerinde hiç silis olmadığı gibi yerine asit-üretici fosfor bulunmaktadır. Bir başka örnek ise lahanalardır. Bir lahananın erişkin dış yaprakları iç bölümlerde kalanlardan 4 kat daha fazla demir içermektedir.

Asit/Alkali tabloları yukarıda saydığımız ndenlerden dolayı mineral içeriklerine bağımlı yapılmaktadırlar. Alkalize etkiye sahip mineraller bitkilerin sap ve yapraklarında bulunurken, asidik mineraller tohum, tane ve köklerinde bulunmaktadırlar. Hayvansal besinlerde ise alkalize ediciler sadece kemiklerde bulunurken, et, organ ile kaslar tamamen asidize edici veya nötr değerdedir.

Devam edecektir...

YAŞAYAN SIVILAR ve ViTAMiNLi BiTKiLERi PiŞiRMEK



Sağlıklı bir beslenme stilinin en önemli karakteristiği vücudun hızlı bir şekilde sıvı haline çevirebileceği besinler tüketmektir.

Bir bitkinin suyu, vücudumuzdaki kan gibi, yapılandııcı ve besleyici tüm içeriğe sahiptir. Sindirim işlevinde öncül olan yiyeceği absorbe edip sıvı haline dönüştürmek ve kan dolaşımımıza katılmasını sağlamaktır. Bu anlamda insan vücudu tam bir meyve/sebze sıkacağı olarak düşünülebilir.

Pişirilmiş besinler hayati önem taşıyan sıvıları içermezler. Enzimlerin yok olduğu ısıya gelmeden önce ilk kaybolan ise suyun kendisidir. Bu nedenle vücut pişirilmiş yiyecekleri emerek kullanabileceği forma sokmak için oldukça fazla bir güç ve zaman harcar. Bir dilim ekmeği veya bir bifteği sıvı haline getirmek için gereken enerji miktarını tam olarak tahmin etmemiz gerekmese de sindirim sisteminin en büyük enerji kullanıcımız olduğunu fark etmemiz zor değildir.

Şimdi de bizlere gerekli olan vitaminlere bakalım;
A. D. E ve K vitaminleri yağda çözünen vitaminlerdir ve kızartma işlemi sırasında bozularak kullanılamaz hale gelirler. Suda çözünen C ve B12 dahil birçok B grubu vitaminleri ise yüksek ısıda hasar görürler.

A vitamini eksikliği akne ve cilt bozukluklarına yol açar. A vitamininin bitkisel formu olan beta-karoten roka, tere, brokoli, ıspanak, hindiba, kantalup kavunu (içi turuncu ve ağlı tipte olanlar) ve havuçta bolca bulunur.

E vitamini de kızartıldığında tamamen bozulur ve eksikliği kalp hastalıkları ile sindirim sistemi sorunlarına yol açar. En güçlü E vitamini kaynağı ise zeytinyağıdır.

Doğal E vitamini kabul edilen tokoferol kndisine sağlık açısından yüz çizgileri, cilt kırışıklıkları ve kalp hastalıklarına yönelik bir kullanım alanı bulmuştur. Fakat en değerli ve pahalı E vitamini formu tokotrienol’ dur. Doğada bitkilerin özellikle çekirdek ile tohumlarında bulunan tokotrienol ısıya karşı çok hassas olduğundan çok çabuk bozulabilmektedir ve kesinle çiğ formda tüketilmelidir. Alfa-tokotrienol normal E vitamininden 50 kat, delta-tokotrienol ise 200 kat daha güçlüdür.

Zindelikler dileriz...

BUĞDAYÇiMi SUYU ELDE ETME METODLARI -3 -



EL ÇEVRiMLi BUĞDAYÇiMi SUYU SIKACAĞI

Ufak porsiyonlarda yeşil içecek elde etmenin en kolay yolu temizliği de oldukça kolay olan manuel bir buğdayçimi sıkacağı kullanmaktır.

Teknik açıdan bakıldığında buğdayçimi el sıkacakları buğday çimi ve ince yapraklı yeşil sebzeleri sıkabilmek için tasarlanmışlardır. Çalışma prensipleri ilk adımda çimi ezmek, ikinci adımda da sıkmak üzerine kuruludur. Aralarında bazı farklar bulunsa da buğdayçimi sıkacakları en kaliteli yeşil suyu en verimli bir şekilde sizlere sunar. Tek dezavantajları ise diğer sebze ve meyveler için kullanamamanızdır.

Tüm meyve/sebze sıkacakları elektrik ile çalıştığı halde buğdaçimi sıkacağı bir krank çevrimi ve el gücü ile çalışır. Buğdayçimi suyunu elde etme tarzı son derece doğru fakat yavaştır. Bu nedenle eğer kendiniz için sıkıyorsanız problem olmayacak ama elde etmek istediğiniz miktar yüksek ise zaman problemi oluşacaktır. Bununla beraber bu yavaş metod sayesinde oksidasyona uğramadan mucizevi yükseklikte klorofil, vitamin, mineral ve diğer besinleri içeren bir yeşil suya sahip olacağınızı unutmayınız.

Lütfen “yüksek hassasiyette” elde ettiğiniz buğdayçimi suyunu buzdolabında saklamamaya ve ilk 15 dakika içerisinde tüketmeye çalışınız. Manuel buğdayçimi sıkma makinesi ile ilgili detaylı bilgi edinmek isterseniz myrawlifestyle@gmail.com adresimize mail ya da sayfamıza mesaj atabilirsiniz.

Zindelikler dileriz...

NARENCiYE SIKACAĞIMI & BLENDER MI?



Sıkacak (Juicer) ile hazırlanmış meyve/sebze suları içerisindeki liflerden arınmış olduğu için içildikten sadece 10 – 15 dakika içerisinde sindirilir ve asimile edilir. Sindirim sisteminin kullanılmamış olması vücudumuzun değerli mineral ve vitaminleri minimum efor fakat maksimum hız ve verimlikle kullanarak detoks yapabilmesini sağlar. Sıkacak ile hazırlanmış meyve/sebze sularında şeker yüklemesi hızlı olabileceğinden fazla tatlı olmamasına dikkat edilmeli ve öncelikle yeşil sebzelere yer verilmelidir.

Blender ile hazırlanmış smoothie’ lerde bulunan meyve/sebze lifleri ise kolon bölgesinin temizliği açısından önemlidir. Özellikle çeşitli tedaviler süresince beslenme düzenimizden tam verim alınabilmesi kolon bölgesinin temizliğine bağlıdır çünkü bağırsaklarımızda fermente edilen besinler kolon bölgesinde kirli birikim yaratmaktadırlar. Ayrıca liflerden dolayı yavaş olan şeker emilimi sayesinde meyvelerden bir blender ile daha çok yararlanılabilir.

Sonuç olarak Sıkacak ile Blender’ ı karşılaştırmak bir egzersiz programında Yoga ile Jogging’ i kıyaslamak gibidir. Her ikisini de kullanmak en sağlıklı yaklaşımdır.

Zindelikler dileriz...

Kaynak: Robert Ross, Mart 2012, Raw Food Life LLC.

ÇiĞ BESLENMEDE ENZiMLERiN ÖNEMi; YAŞLANMA SÜRECi VE GERÇEK SAĞLIK



Canlı besin, Raw Food – Çiğ Beslenme tarzının en eşsiz yanı sunduğu enzim içeriğidir. Enzimler sadece; en fazla 48⁰C ye kadar ısıtılmış besinler ile düşük ısılarda dehidre edilerek kurutulan besinlerde bulunmaktadırlar. Enzimler özellikle çiğ bitki formlarından elde edildiğinde değerlidirler çünkü bitkisel enzimler vücudun pH (asit-alkali) dengesini harekete geçirme özelliği taşırlar.

Enzimler katalizör görevi üstlenen dönüşebilir öğelerdir. Fiziksel anlamda sindirim uyuşukluğunun üstesinen gelirken, ruhsal anlamda ise hayatın monotonluğu ve gerilemeleri ile baş edebilirler.

Enzimler küçük proteinlerdir. Bazı beslenme uzmanları yanlış bir inanış ile enzimlerin mide asidi ile hasar gördüğünü belirtse de aslında proteinlerin mide hidroklorik asidi ile parçalanması mümkün değildir. Enzimler – özellikle bitkisel olanlar – bağırsaklarımıza kadar yol alır ve vücut dokularımız tarafından absorbe edilirler.

En yüksek enzimatik aktiviteye sahip olan bölge bir çocuğun ağız içidir. Pişirilmiş besin yedirilen bir çocukta vücut salyadaki enzim miktarını arttırarak pişmiş yiyeceği mümkün olduğunca çabuk parçalamaya çalışır. Bu adaptasyon süreci ise vücudun enzim rezervlerinin yettiği süre boyuncadır; yaşlandığımızda rezervler düşer ve 69 yaşına geldiğimizde bir çocuğa göre 30 kat azalmış olur. Yediklerimizi parçalayacak enzimlerden mahrum kalmamız ise sindirilmemiş besinlerin vücudumuzda birikmeye başlaması, toksinlerin artışı, kilo alımı, enflamasyon, durgunluk, sindirimsel sıkıntı ve kronik yorgunluk olarak bize geri dönmeye başlar.

Çiğ beslenme tarzını benimsemiş olan bir bireyin salyası pişirilmiş yiyecekler tüketen bir diğer kişiye kıyasla çok daha fazla enzim içerir ve enzim rezervlerimiz ile yaşam süremiz arasında güçlü bir ilişki bulunur. Çiğ besinlerdeki enzimler kodlar içerir ve bu kodlar besinin metabolizma içerisinde hangi yöne yöneleceğini gösterir. Örneğin; erepsin adı verilen enzim salatalıklarda bulunur ve böbreklerdeki fazla proteini parçalaması için direkt olarak böbreklere yönlendirilir. Biz de bunun sonucu olarak salatalıkların böbrek sağlığı için faydalı olduğu hakkında farklı kaynaklı bilgilerle karşılaşırız.

Eğer yediklerimiz pişirilmiş olursa; metabolizma kodu direkt olarak okuyamaz ve yeniden tanımlayarak enzimlerini kodlaması gerekir. Bu işlem bir enerji gerektirir ve bu enerji hayat sürecimizden çalınır. Bu enerji düştükçe ve pişirilmiş besinler daha fazla enerji çektikçe sindirim sistemi karmaşası oluşur ve besinler tamamen sindirilemeden, gerekli organlara yönlendirilemeden ve toksik birikime neden olarak yol alır.

Enzimler sadece çiğ besinlerde değil aslında vücumuzdaki her hücrede bulunurlar. Hücrelerimizin aslında içerdiği 4000 den fazla enzim ise birçok kişinin metabolizması tarafından beslenme tarzları enzimleri aktive edebilecek minör ve majör mineralleri içermediği için kullanılamazlar. Çiğ besin komplekslerinden elde edilen mineraller hücresel metabolik enzimleri aktive ederken aynı zamanda da elektromanyetik yükü arttırarak hücrelerin bir armoni içerisinde rezonansını yani tam ve doğru sağlığı şekillendirir.

Orta öğrenim sürecinde okul kimya laboratuarlarında sıkça ratlanılan bir deney bulunmaktadır; bir bunsen lambası ile test tübü ısıtılarak kimyasal değişiklikler izlenir. Yiyecekleri ısıtmak ta aynı şekilde besinin kimyasını değiştirir. Örneğin bir patatesi pişirmek tehlikesi bilinen, bilinmeyen 400 farklı madde oluşturur. Bu değiştirilmiş moleküller ise vücudumuzun ihtiyacı olan yapı taşlarını ideal olarak oluşturamazlar. 48 derece üzerinde ısıtılmış yiyecekler patojenik bir tepki yaratarak beyaz kan hücreleri olan lökositlerin (WBC) aslında vücuda giren yabancı bir madde ile savaşması gerekirken onun yerine sindirim sistemine destek amacı ile kullanılmasına sebep olurlar. İsviçreli bilim insanı Paul Kouchakoff’ un araştırmaları baz alınarak yüzlerce araştırmada kanıtlanmış olan bu durum ise pişirilmiş ve özellikle pişirilmiş/işlenmiş gıda kullanımının çıkardığı tüm davetiyeleri, kronik birçok hastalığın sebebini ve neden bir türlü hayal ettiğimiz gibi olamadığımızı gözlerimizin önüne serer.

Zindelikler dileriz...

BUĞDAYÇiMi SUYU ELDE ETME METODLARI -2 -



HAVAN VE TOKMAK KULLANARAK

* Kıyılmış buğdayçimini havanın iç yüksekliğinin ¼ ünü geçmeyecek şekilde doldurunuz.

* Çimleri birbirlerine yapışmaya ve havan dibine sıvanmaya başlayana kadar eziniz. Tokmak ile hem ezmek için basınç uygulayınız hem de hafifçe karıştırınız.

* Aynı oranda su ilave ederek bir krem formuna gelene kadar yukarıdaki ezme ve karıştırma hareketine devam ediniz.

* Havanın içeriğini muslin kumaş adı verilen ince ve seyrek dokunmuş pamuklu kumaş üzerine boşaltınız. Kumaşın tepesini krem formundaki içeriğin dağılmaması için birleştiriniz fakat bağlamayınız.

* Bir cam kase içerisine kumaşı bastırarak içerisindeki buğdayçimi suyunun süzülmesini sağlayınız. Süzülme tamamen bitene kadar kumaşın üst kısmından aşağıya doğru bastırmaya devam ediniz.

* Kalan pulpayı tekrar havanın içerisne koyarak ve su ilave ederek ezme işlemini buğdayçimi beyaz renge dönene kadar tekrarlayınız.

* Havanda dövülen çimler beyazlaştığında ise yeniden taze buğday çimi ilave ederek aynı işlemleri tekrarlayınız. Kalan beyazlaşmış pulpalar havanın yarısını doldurana kadar devam etmenizde sakınca yoktur.

* Süzülen suları hafif soğutarak keyfini çıkartabilirsiniz.

Not: En besleyici içeriğe sahip olan buğdayçimi suyu sonuçları havan ve tokmak ile elde edilmektedir.

Zindelikler Dileriz...

BUĞDAYÇiMi SUYU ELDE ETME METODLARI -1-



BLENDER KULLANARAK

* Blender içerisine 100-115 gr kadar kıyılmış buğdayçimi ve 500 ml filtre edilmiş su / kaynak suyu koyunuz. Eğer buğdayçimi suyunu ilk defa deneyecekseniz veya tadının güçlü olmasını istemiyorsanız su miktarınını 750 ml’ ye kadar yükseltiniz.

* Blender’ ı en yüksek hızda yaklaşık 60 sn. kadar çalıştırınız. Elde edeceğiniz zümrüt yeşili sıvının üzerinde pulpaların yüzdüğünü göreceksiniz. Eğer buğdayçimin boyunu uzun bırakırsanız blender’ ın bıçaklarına dolanacağını ve blender motorunuzu yavaşlatarak hasar verebileceğini unutmayınız.

* Temiz, cam bir kase üzerine ince delikli bir süzgeç yerleştiriniz ve süzgecin boyunun kase ebatları dışına fazla taşmamasına dikkat ediniz.

* Süzgecin üzerine bir tülbent yayınız ve tülbentin uçlarını süzgecin kenarlarından sarkıtınız.

* Blenderdaki buğdayçimi suyunu tülbent ve süzgeç üzerinden kaseye boşaltınız.

* Bir lastik spatula ile blenderda kalanları sıyırınız ve tülbentin üzerinde biriken pulpaya basınç uygulayarak tüm suyun akmasını sağlayınız.

* Buğdayçimi suyunun biraz daha uzun ömürlü olmasını ve tadının daha hoş hale gelmesini isterseniz, elde ettiğiniz suyun içerisine yarım bir limonun suyunu sıkınız ve iyice karıştırınız.

* Soğutulmuş bir şekilde kaseden bardaklara boşaltarak keyfini çıkartınız.

Önemli Not: Bu metodun dezavantajı yüksek hızda hareket eden blender bıçaklarının buğdayçimindeki klorofili oksidize etmesi sebei ile çim suyunun faydalarının azalmasıdır.

Zindelikler Dileriz...

BUĞDAYÇiMiNiN 6 ÖNEMLi ÖZELLiĞi



Buğdayçimi suyu popüler bir detoksifikasyon reçetesidir. Hemen hemen herkesin bildiği sindirime yardımcı olması, karaciğeri temizlemesi, kanı arındırması ve hemoglobin üretimini arttırması dışında -belki de bilmediğiniz- farklı özellikleri de bulunmaktadır;

1. “Sıvı Altın” göbek adına sahip buğdayçiminin 60 gr.’ının besleyiciliği 650 gr. koyu yeşil yapraklı sebzeye veya 1250 gr. yeşil sebzeye denktir.
2. Yüksek klorofil içeriği nedeniyle vücudu alkalize eder.
3. Bütün klorofil zengini yeşil bitkiler gibi buğdayçiminin de yüksek oranda oksijene sahip olması onu mükemmel bir enerji kaynağı haline getirir.
4. E, C ve B12 vitaminleri, betakaroten, protein, kalsiyum, fosfor, magnezyum, demir ve potasyum dahil insan metabolizmasının ihtiyacı olan 100 farklı madde içermesi sebebiyle diğer bitkilerden üstündür.
5. Sadece 1 dakika içerisinde sindirilir ve sindirime yardımcı olur.
6. Adının içerisinde “buğday” kelimesi geçse de buğdayçimi gluten içermez ve gluten alerjisi/intoleransı olan kişiler tarafından tüketilebilir.

Tüm besleyiciliğini alabilmek için buğdayçimi suyunun boş mideye, herhangi birşey yemeden 1 saat önce alınması tavsiye edilmektedir. Vücudunuzdaki toksin oranına göre karşılacağınız yan etkiler ise detoksifikasyon sürdüğü sürece olabilecek baş ağrısı ve bağırsak hareketlenmesidir. Bunun dışındaki tek yan etki alacağınız yoğun enerjiyi harcamayı düşünmek olacaktır.

Buğdayçimi ile ilgili bir sonraki yazımızda yetiştirme ve suyunu elde etme metodlarını anlatmaya çalışacağız.

Zindelikler...

HANGi YiYECEKLER YÜKSEK BESiN DEĞERiNE SAHiPTiR?



Yüksek besin değeri olan yiyecekler güçlü bir sağlık kaynağıdır. Sadece vitamin ve mineraller değil aynı zamanda da antioksidan ve fitokimyasallar içeren özelliklere sahip bu “Süper Besinler” optimal sağlık ve uzun yaşamın sırrıdır.

Modern yaşamın düşük besleyici değerlere sahip olan yiyecekleri toplumun yüksek kilolu olmasında ve hastalıkların oluşmasındaki en büyük faktörlerden biri olmuş ve medikal harcamalar kontrol dışına çıkmaya başlamıştır.

“Eat Right America – Doğru Ye Amerika” projesi araştırmacılarından Dr. Joel Fuhrman tarafından oluşturulan ve yiyeceklerdeki gerçek besin değerini gösteren ANDI (Aggregate Nutrient Density Index – Kümelenmiş Besin Yoğunluğu Endeksi) skor tablosu besinlerin vitamin, mineral, antioksidan ve fitokimyasal kompozisyon açısından değerlerinin nümerik ölçümünü belirtmektedir.

ANDI skorlamasında besinlerin aşağıdaki özellikleri dikkate alınmıştır;
* Kalsiyum & Magnezyum
* Karotenoidler (beta karoten, alfa karoten, lutein ve zeaksantin)
* Likopen
* Çözünebilen ve çözünmeyen lifler
* B vitaminleri & Folat
* Demir
* Çinko & Selenyum
* C vitamini
* E vitamini (tokoferol, tokotrienol)
* ORAC skoru (antioksidan güç)

ANDI skorlaması 1,000 den 1 e kadar derecelendirilmekte olup en üst besleyicilik 1,000 olarak belirlenmiştir. Skorlama yapılırken yiyeceklerin yağ içeriği dikkate alınmamıştır.

İyi bir sağlığın belirlenmesinde önemli bir faktör olan bu tabloyu sizlere ekte sunuyor, Zindelikler diliyoruz...

RAW VE SAĞLIKLI BiR SMOOTHIE ?



Hayatınızın bir noktasında mutlaka sağlıklı olduğuna inandığınız bir smoothie içmişsinizdir. Evet, smoothie’ ler içeriklerinde bulunan taze meyvelerin antioksidan özellikleri gibi sağlıklı değerler içerirler ve kolay yapılabilirler fakat ne kadar sağlıklı olduklarına yakından bir göz atmak gerekirse durum biraz farklı olabilir.

Öncelikle yüksek şeker içeren besinlerin kan şekerinde ani bir değişim yaratarak kanser ve metabolik sendrom gibi hastalıkların riskini yükselttiğini hatırlamamız gerekir. Smoothie’ ler aynı miktarda bir gazlı içecek 69 gr. şeker içerirken, 133 gr. şeker içerecek şekilde hazırlanmış olabilirler, özellikle de içlerinde karpuz, ananas ve mango bulunuyorsa. Çilek, yaban mersini ve ahududular ise kan şekeri üzerinde ani bir oynamaya sebep olmazlar. Eğer bir restaurant da sipariş veriyorsanız smoothie’ nizin içerisine ilave şeker, şurup ve sorbe konulmadığından emin olunuz.

Bir smoothie düşündüğünüzden daha fazla kalori içermektedir. Kalorisi 250 – 590 arasında değişen smoothie’ yi bir servis vanilyalı dondurmanın 145 kalori olması ile kıyaslayabilirsiniz. Peki daha sağlıklı bir smoothie nasıl yapılabilir?

* Birçok smoothie baz olarak muz ya da elma suyu kullanır. Evinizde hazırlayacağınız raw badem sütü ise 40 kaloriden fazla vermez.
* Sebzeler meyvelerden daha az şeker içerirler. Ispanak ve pazı gibi sebzeler sebze tadı vermeden tatlandırabilecekken naturel şeker içeren havuçlara yönelmeye çalışmak en doğru seçenek olabilir.
* Protein karbonhidrat yerken oluşan şeker yükselmesini baskılayabilmekte ve açlık hissinizi durduran hormonların salgılanmasını tetiklemektedir. Spiriluna, kenevir ve sebze proteinleri raw smoothie’ niz için eşsizdir.
* Chia seeds ve keten tohumu lif katkısı için çok uygundur. Lif hem şeker sindirimini yavaşlatır, hem de size tokluk verir.
* Yağ’ da şeker yükselmesine bir blokaj sağlar fakat sağlıklı bir yağ katkısı ve kıvam için avokado kullanmak en doğrusudur. Keten tohumu yağıda bir opsiyon olabilir.

Sağlıklı ve Raw bir Smoothie Tarifi

150 gr. Çilek ( veya 75 gr. Çilek + 75 gr. Yaban Mersini)
½ Avokado
1 kaşık Kenevir Tohumu
1 avuç Ispanak
325 ml Badem Sütü

Smoothie kıvamına gelene kadar blenderdan geçirin ve Afiyet Olsun...
Zindelikler...

GENETiĞi DEĞiŞTiRiLMiŞ ORGANiZMALAR (GDO) HAKKINDA BiLMEDiKLERiMiZ



GDO, bir organizmanın DNA’sının bir diğerine doğal olmayan bir yöntemle yerleştirilmesi anlamına gelmektedir. Bu sayede kimya endüstrisi sessizce yediklerimizin kontrolünü ele almış bulunmakta, etiketlerde gösterilmeyen içerikler kullanılmakta ve özellikle gösterilmemesi için harcamalar yapılmaktadır. Kısaca özetlememiz gerekirse;

1. GDO her yerdedir. Mısır, soya, pamuk (yağı için), kanola ve şeker pancarı genetik olarak modifiye edilip içerisinde böcek ve zararlı bitki zehiri bulundurması ya da zararlı otlara karşı kullanılan kimysallara karşı dayanıklı olup yaşaması sağlanmaktadır.

2. İşlenmiş tüm gıdalarda bulunabilen bu ürünleri etiketlenmedikleri için farketmeniz çok zor olabilmektedir. Bazı ülkeler içerisinde GDO bulunan ürünlerin etiketlerde gösterilmesi konusunda adım atmış olsa da henüz bu uygulama dünya geneline yayılmamıştır ve üreticiler tarafından belirtilmemeye çalışılmaktadır.

3. GDO'lu ürünlerin sağlığa zararları hiçbir zaman uzun süreli olarak test edilmemiştir. Araştırmaların çoğu tohumları üreten aynı firmalar tarafından yapılmakta olup yakın zamanlı araştırma sonuçları allerji ve organ hasarı olasılıklarını göstermiştir. Bulunduğumuz noktada ne kadar zararlı olup olmadıklarını bilmemiz zordur çünkü yeterli uzunlukta bir süre geçmemiştir.

4. Tabağınızdaki yiyecekleri küresel olarak yayılmış sadece üç kimya firması kontrol etmektedir. Bu üç firma tohum pazarının ve kimyasalların % 53’ ünü kontrol etmektedir.

5. GDO teknolojisi doğaya karşı gelememektedir. Geniş çaplı kimyasal ve GDO üretimi sonucu günümüzde bağışıklık kazanmış ve mutasyona uğramış 500 türden fazla böcek bulunmaktadır. Haşereler yaşamlarını sürdürmek için mutasyon geçirdikçe yeni kimyasallar üretilmeye çalışılmakta ve döngü korkunçlaşmaktadır.

Tavsiyemiz; Lütfen %100 organik sertifikalı ürün kullanınız. Sağlığınız yanında sizi kontrol etmeye çalışan gıda endüstrisine karşı bir bilinçlenme olması bile bir başlangıç sebebi sayılabilir.

Zindelikler Dileriz...

ZEYTiNYAĞININ DEŞiFRESi - TERiMLER SiZE NEYi iFADE EDiYOR?



Zeytinyağı üretiminin ilk aşaması, zeytin tanesinin, eti ve çekirdeği ile ezilmesi, parçalanmasıdır. Eskiden taş değirmenlerde günümüzde ise kontinü sistemde makine ile gerçekleştirilen bu işlemde hedef zeytin tanesinin zeytin hamuruna dönüştürülmesi ve hamurdan yağın çıkartılmasıdır.

Kontinü sistemi savunanlar bu sistem ile tam bir hijyenik ortam sağlandığını, zeytin hamuru hava ile temas etmediğinden oksidasyon riskinin olmadığını söylemektedirler. Ayrıca iki fazlı kontinü sistemde zeytin hamuru su ile de temas etmemektedir. Zeytinyağındaki antioksidan, besleyici ve aromatik bileşikler daha iyi korunmakta hatta soğuk sıkım yapan kontinü sistem makineleri de bulunmaktadır.

Kontinü sistemde zeytin taneleri yıkanarak makineye girdikden sonra sistem içerisinde tane hamur olmakta, bir oluktan yağı, öbür oluktan pirina (yağı alınmış zeytin hamuru) çıkmaktadır. Taş değirmenlerde ise zeytin taneleri hamur haline getirildikten sonra, elde edilen zeytin hamuru özel torbalara konularak pres altında ezilmektedir.

Zeytin hamuru prese konulmadan önce üzerinde biriken yağ en iyi yağdır. Buna “özel yağ, göz yağı, burun yağı” adı verilir. Torbaya konulan hamur preslenmeden sızan yağ ise “zeytin sütü” diye adlandırılmaktadır.

Torbalardaki zeytinyağı hamurunun ilk sıkımına su verilmemektedir. Hamur olduğu gibi sıkılmakta ve “soğuk pres sızma zeytinyağı” olarak adlandırılmaktadır. İlk sıkımda hamurdan çıkacağı kadar yağ çıktıktan sonra ikinci sıkıma geçilmektedir. İkinci sıkımda pres (mengene) altında bulunan içi zeytin hamuru dolu torbaların üzerine 25-30 derece sıcaklıkta su dökülmekte ve sıcak su zeytin hamurunun içindeki yağı söküp almaktadır. Presin altındaki kaplara su ile karışmış olarak akan zeytinyağı suyun üzerinde yüzmekte, kepçelerle toplanarak pamuktan geçirilerek filtre edilmekte ve bu yağa da “sulu sistem sızma zeytinyağı” adı verilmektedir. Sulu sistem sızma da aynı şekilde katıksızdır.

Zeytin hamurunda kalan yağı almak için ne kadar çok pres yapılırsa, yağın asidi o kadar yükselmekte, kalitesi düşmekte ve antioksidan özellikleri azalmaktadır. Zeytinyağı doğal olarak yüksek antioksidanlar, vitaminler ve faydalı yağ asitleri içerdiğinden üretimin yüksek sıcaklıkta su ile yapılması, kontinü sistemde ısıya maruz kalması bu değerlerinin kaybolmasına yol açmaktadır. İçerdiği klorofil nedeniyle zeytinyağı, ışığa karşı da hassas olduğundan renkli cam şişelerde, porselen ya da çelik kaplarda veya içi laklı teneke kutularda saklanmalıdır.

Zeytinyağı çeşitleri şunlardır;

NATÜREL ZEYTiNYAĞI:
Zeytinin preste veya kontinü sistemde sıkılması ve çıkan yağın zeytin suyu ile zeytin posasından (pirina) ayrılması ile elde edilmektedir. Naturel zeytinyağları 2 çeşittir:
1- SIZMA Zeytinyağı (Extra Virgin): Natürel yağlar içerisinde en değerlisidir. En fazla % 1 oleik asit içermektedir.
2- NATUREL BiRiNCi Zeytinyağı (Virgin): Sızma ile aynı özelliğe sahiptir fakat asidi yüksektir. % 1 ile % 2 arasında oleik asit içermektedir.

RAFiNE ZEYTiNYAĞI:
Lampant denilen yüksek asitli veya doğrudan yemeye uygun olmayan natürel zeytinyağı alınmış zeytin hamurunun (posalarının) kimyasal yöntemle rafine edilmesiyle elde edilmektedir. Rafine işlemi sonucunda, yağın asidi sıfıra indirilmekte, herhangi bir tadı ve kokusu kalmamaktadır. Olduğu gibi tüketilemesi mümkün olmamaktadır.

RiViERA ZEYTiNYAĞI:
Rafine zeytinyağına % 20 - % 40 oranlarında naturel zeytinyağı katılarak elde edilen karışımdır. Asit oranı % 1 - % 1.5 arasında değişmekte ve yemeklerde kullanılmaktadır. Tadı benzese de besin değeri natürel zeytinyağına göre çok düşük olan bu zeytinyağının tercih sebebi natürel zeytinyağından daha ucuz olmasıdır.

ERKEN HASAT ZEYTiNYAĞI:
Olgunluk dönemini tamamlamış bir zeytinden elde edilen zeytinyağı, olgunluk döneminin tüm özelliklerini (sağlığını) içermektedir. Erken hasat zeytinyağı ise olgunluk evresini tamamlamamış, özelliği eksik kalmış, vitamin yükünü tam olarak alamamış zeytinden elde edilmekte ve hafif buruk bir tad vermektedir. Erken hasatta zeytinin henüz olgunlaşmadığından dalından zor koparılması ve yağ miktarının az olması fiyatının biraz daha yüksek olmasının tek sebebi sayılmaktadır.
Erken hasat zeytinyağı yeşilimsi rengi, koyuluğu ve farklı tadıyla ekmek banılarak yenilecek, kahvaltıda ve salatada kullanılacak farklı bir yağ olduğu halde genelde tam filtre edilmeden şişelendiğinden tortuludur ve fazla dayanıklı değildir. Normal zeytinyağı ise ışık almayan kaplarda bir yıl süre ile özelliğini ve lezzetini koruyabilmektedir.

Zindelikler Dileriz...

(Sn. Güngör Uras’ ın Milliyet gazetesindeki farklı yazılarından derlenmiştir.)

BiLiMSEL OLARAK KANITLANMIŞ 18 ANTi-TÜMÖR ETKiLi BAHARAT-BiTKi 1. BÖLÜM



1. BÖLÜM

Eğer sorularınızın karşısında sert ve inatçı bir hastalık olan kanser bulunuyorsa, korunma yada tedavi için gerekli birçok şey baharat dolabınızın içerisinde bulunuyor olabilir. Besinlerimize tat kazandırması amacı ile kullandığımız anti-kanser etkili baharatlardan elde edilen 180 hammaddenin tanımlandığını ve sağlığa katkılarının kanıtlandığını biliyormuydunuz? Kanser riski ve tümör davranışları açısından tüm bu baharatları yayınlamamız zor olsa da sizler için öne çıkan 18 adedini tanıtmaya çalışacağız.

Bilim toplulukları arasındaki bilinçli çalışmalar ile fizyolojik geçerliliği olan bir cevap kabul edilebilecek baharat dozajları araştırılmaya başlanmıştır. Her ne kadar baharatların sağlığa katkıları anti-oksidan özellikleri üzerinden değerlendirilse de, bağışıklık sitemine katkı, hücre bölünmesi, apoptosis, hücre ayrışması, ilaç metabolizması gibi birçok hücresel süreç üzerindeki biyolojik etkileri de göz önüne alınmıştır.

Üç tip biyogösterge olan maruz kalma, etki ve duyarlılık, baharatın kanser terapisindeki etkisini değerlendirmek için gereklidir. Daha fazla cevap alınabilmesi ve beslenme reçetesi bileşenleri, gastrointestinal saha mikropları, çevresel faktörler, genetik gibi etkileşimlerin de göz önüne alınarak gerçek yarar noktalarının aydınlatılması amacı için belirli baharatların dozu hakkında.ilave bilgi çalışması yapılmıştır.

Baharatlar, tümör riski ve davranışlarını regüle eden kanser öncesi ve anti-kanser faktörlerinin belirlenmesinde bir anahtar rol oynayabilirler. Yaşları 36 ve 55 arasında olan kişilerin sağlıklı beslenme ve sağlığa katkıları bulunan bazı etnik yemek kültürlerine yönelmeleri gittikçe artmaktadır. Bu etnik yemeklerin pek çoğu baharatlar ile lezzetlendirilmiş olup bazı ülkelerde de dozu kurallara bağlanmıştır. A.B.D Tarım Bakanlığının 2007 yılı araştırma sonuçlarına göre 1970 - 2005 yılları arasında kişi başı baharat kullanımı 2 katından fazla artmıştır. Beklenilebileceği gibi sarımsak gibi bazı baharat-bitkilerin kullanımındaki artış ise 6 katından fazladır.

Baharatların kanser riskini azaltması veya kanser hücrelerinin biyolojik davranışlarını değiştirebilmesi ekteki resimde de görülebilen birçok faktöre bağımlıdır. Düşük toksisitesi ve geniş çevrelerce kabul görmesi baharatları risk azaltımında kişisel kullanım için avantajlı kılmaktadır. Deneysel olarak tetiklenmiş kanserler ile baharat-bitki etkileşimlerinin sağlığa yararları ve direnç oluşturması ile ilgili mekanizmalar hakkında birçok araştırmalar yapılmıştır. Bir sonraki bölümümüzden başlayarak elde edilen klinik kanıtları ile en etkili 18 baharat-bitkiyi sizlere alfabetik sıra ile tanıtmaya çalışacağız;

1. BiBERiYE

Biberiye (Rosmarimus officinalis) iğne yapraklı ve hoş kokulu bir bitki-baharattır. Akdeniz bölgesine özgüdür ve acımsı, buruk, kekremsi tadı ile birçok yemek çeşidine aromatik karakteristik katar. Lamiaceae familyasına bağlıdır ve karnosik asit, rozmarinik asit gibi antioksidanları da kapsayan biyolojik aktif bir içeriğe sahiptir. Diğer biyoaktif içerikleri arasında ise kafur, kafeik asit, ursolik asit, betulinik asit, rozmaridifenol ve rozmanol bulunmaktadır.

Yüksek antioksidan seviyesi nedeni ile biberiyenin ham ve rafine ekstratları geniş bir ticari yelpazede bulunmaktadır. Birçok araştırma kanıtları biberiye ekstratının kimyasal olarak tetiklenen kanserlerde ilerlemeyi yavaşlattığını ve tümörigenez fazlarının başlamasını bloke ettiğini göstermiştir. Biberiye ekstratları ayrıca aktif içerikleri karnosik ve rozmarinik asit sayesinde kanser hücrelerinin proliferasyonunun engellemeye yardımcı olmaktdır.

Bilimsel Araştırmalar : Huang et al. 1994, Dragan et al. 2007, Yeşil, Çeliktaş et al. 2010

2. DEREOTU

Dereotu (Anethum graveolens) görece kısa-ömürlü fakat yıl boyu bulunabilen bir bitki-baharattır. Etkileri mevsimlere bağımlı iki farklı bileşiğinden gelmekte olup ilkbaharda yaprakları, sonbaharda da tohumları kullanılır.

Yayınlayacağımız diğer baharatlar gibi dereotunun da ilaç detoksifikasyon mekanizmalarını desteklediğine dair kanıtlar bulunmaktadır. Dereotu hücresel oksidasyon-düşürme dengelerine ve hücreyi serbest-radikallerden korumaya yardımcı olması nedeni ile, yükselen antioksidan seviyeleri kombinasyonları karsinojenler dahil tüm yabancı maddelerin detoksifikasyonunda oldukça yaralıdır.

Bilimsel Araştırma: Zheng, Kenney, Lam et al; 1992

3. FESLEĞEN

Fesleğen (Ocimum basilicum) özellikle Akdeniz ve Güneydoğu Asya mutfaklarında kullanılan bir bitki-baharattır. Anavatanı İran, Hindistan ve tropikal Asya olduğu halde dünyanın her bölgesine yayılmıştır ve sağlığa olan faydalarından dolayı en çok kullanılan çeşidi tatlı fesleğendir. Fesleğenin antioksidan, antimutajenik, antitümörijenik, antiviral ve antibakteriyel özellikleri içerdiği linalool, 1.8 sineol, estragol ve öjenol maddelerinden gelmektedir.

Fesleğenin karsinogenez üzerinde etkili olduğuna yönelik kanıtlar bulunmaktadır. Fareler üzerinde yapılan araştırmalarda günlük 150-300mg/vücut kg dozajında fesleğen ekstratı uygulanan deneylerde deri tümörlerinde % 12,5-18,75 azalma kaydedilmiştir. Fare başına ortalama tümör yükü açısından düşük doz grubunda 2.4, yüksek doz grubunda 4.6 kat daha az tümör görülmüştür.
Fesleğenin anti-kanser özellikleri viral enfeksiyonlarda efektif olması ile de alakalıdır. Heptosellüler karsinon açısından yüksek risk grubunda bulunan hepatit B hastalarında fesleğenin antiviral özellikleri değerlendirilmiş ve hepatit B dahil birçok virüs için fesleğen bileşenleri onaylanmıştır.

Bilimsel Araştırmalar : Muller et al. 1994; Dasgupta, Rao, Yadava 2004; Chiang et al. 2005; Makri, Kintzios 2007; Fung, Lai, Yuen 2009; Ishikawa 2010.

4. KAKULE

Kakule, zencefil ailesinin Elettaria (yeşil) ve Amomum (siyah) türlerine uzanmakta, Hint ve bazı Avrupa mutfaklarında sıklıkla kullanılmaktadır. Antioksidan özelliklere sahip olan kakule ve serbest radikalleri temizleme özelliğine sahip olan siyah kakule (Amomum subulatum) bir çok bilimsel araştırmada yer almıştır.

Kakulenin kimyasal karsinogenezi bloke edici özelliklerine ek olarak kakule yağının zenobiyotik metabolizmaya etkisi olan enzimler ile etkileşimi kanseri frenlemeye yönelik etkiler göstermiştir.

Kakule, antienflamatuar, antiproliferatif ve proapoptotik aktivasyonları ile azoksimetana bağımlı kolon karsinogenezini de düşürmektedir.

Bilimsel Araştırmalar: Banerjee et al. 1994; Kikuzaki, Kawai ve Nakatani 2001.

5. KARANFiL
Karanfil Eugenia caryophyllata ağacının tomucuklarından elde edilmektedir. Tanen, terpenoid, asetilöjenol ve ojenol gibi biyoaktif maddeler içeren karanfil Endonezya’ ya özgü olduğu halde tüm dünya mutfaklarında kullanılmaktadır.
İnsanlar üzerinde karanfilin kanser korumasının test edilmesi amacı ile yapılmış çalışmalar olmadığı halde diğer çalışmalarda hücresel detoksifikasyon üzerinde efektif olduğu kanıtlanmıştır.
Karanfil yüksek oranda öjenol içermektedir. Dokuların karsinogenezi başlatacak yabancı maddeleri tutabilme kabiliyetini bu ve diğer birkaç bileşeninin geliştirdiği düşünülen karanfil gastrointestinal destek aktivitelerini de yine bu içerikler sayesinde gerçekleştirir ve ilaç detoksifikasyon yollarında etkinlik sağlar.

Bilimsel Araştırma: Kluth et al.; 2007

- Devam Edecek -

STEVIA VE FAYDALARI



Stevia, Kuzey Amerika’ dan Güney Amerika’ ya Batı bölgeleri boyunca uzanan bir bitkidir. Stevia türlerinden genel adı ile tatlıyaprak, şekeryaprağı yada kısaca Stevia diye bilinen Rebaudiana sadece yaprakları için yetiştirilmektedir.

Şekere alternatif bir tatlandırıcı olarak kullanılan Stevia şeker göre daha yavaş bir tat girişi yaptığı halde daha uzun süreli olarak damakta kalmaktadır. Yüksek konsantrasyonlarda kullanıldığında ise bazı ekstratları meyankökü benzeri bir tad bırakabilmektedir.

2009 yılında birçok araştırmaların ve Tayland Mahidol Üniversitesinin son araştırmalarının toplu sonuçlarına göre Stevia’ nın sağlığa yararları aşağıdaki şekilde açıklanmıştır;

* En büyük yararı olarak tatlılık verdiği halde kan şekeri / glikoz seviyesini yükseltmemekte ve tam tersine aktif olarak düşürmektedir.
* Tip 2 diyabet hastalarında günde 1000 mg Stevioside yemeklerden sonra kan şekeri / glikoz artışını % 18 oranında engellemektedir.
* Kan basıncını (tansiyonu) düşürmektedir.
* Antienflamatuar, anti-tümör, antidiyareik ve immünomodülatör etkileri bulunduğu gözlemlenmiştir.

Tatlı Günler ve Zindelikler...

BiR TARiF; YEŞiL SMOOTHIE YAPIMI iÇiN ISPANAK KÜPLERi



YEŞiL SMOOTHIE YAPIMI iÇiN ISPANAK KÜPLERi

Taze ıspanağı blenderdan geçiriniz ve yumuşak bir kıvama gelecek kadar biraz su ilave ediniz.

Buz kalıbınızı bu yeşil karışım ile doldurarak buzlukta birkaç saat bekletiniz.

Sonrasında kilitli bir saklama torbası ile buzdolabında uzun bir süre muhafaza edebilir ve smoothie yapmak için kullanabilirsiniz.

Zindelikler Dileriz...

AĞZINIZA KOYDUKLARINIZ VE DNA HASARI



İnsanlığın varoluşu süresince genlerimiz mevcut beslenme kaynakları ve yelpazesine uyum sağlamıştır ve gelişimimiz genlerimizin bu yeni beslenme yollarına kademeli olarak uyumu ile gerçekleşmiştir. İlk uyum sağlanan “yeni” besinler ise sütteki laktoz ve tahıllardaki gluten olmuştur. Avustralya Aborjinlerinin % 85 inin hala laktoz toleransı olmadığı halde İsveç’ te bu oranın sadece % 2 olması bu uzun süre maruz kalmaya bağlı uyumun bir göstergesidir.

Kolay ulaşılabilirliği ve ucuzluğu nedeniyle marketlerde satılan kimyasal karışımları insanlar “besin”olarak algılama yanılgısına düşmektedirler. Oysa ki gerçekte çiğnenebilen ve yutulan herşey besin değildir.

GENETiĞi DEĞiŞTiRiLMiŞ ORGANiZMALAR (GDO)

İnsanlar yüzyıllar boyunca bitkilerdeki renk, tad, ebat gibi arzu edilen fiziksel karakteristikleri taşıyan tohumları seçerek genetik özellikleri yükseltmeye çalışmışlardır. Fakat “yetiştirme” ile günümüzde besin adı altında satılan genetiği değiştirilmiş ucube ürünler arasında büyük farklar bulunmaktadır. Hibrid bitkiler kendi genetiklerini kendileri yaratmakta iken GDO lü ürünler ise insan mühendisliği tarafından yaratılmaktadır.

Araştırmacılar Ian F. Pryme ve Rolf Lembcke tarafından laboratuvar ortamında yürütülen çalışmalarda GDO lü ürünlerdeki genetik mühendisliğinin genom üzerindeki yüzbinlerce noktada geniş genetik mutasyon yarattığı belgelenmiştir. Laboratuvar ortamında yaratılmış besinler vücut hücrelerimiz tarafından tanınmamakta ve metabolizmada toksik birikimlere sebep olmaktadır. Bu birikim ise sindirim sistemi problemlerinden başlayarak bağışıklık sistemine uzanmakta ve sonunda tümör ve kanser anlamına gelmektedir.

iŞLENMİŞ OMEGA 6 YAĞ ASiTLERi VE TRANS YAĞ ASiTLERi

Endüstriyel gelişim sayesinde mısır, soya, kanola, aspir yaprağı gibi omega 6 zengini bitkilerin yağlarının işlenebilmesi ve beslenme düzenimize ilavesi insan vücudunun yüzbinlerce yıllık omega 3 ve omega 6 dengesini bozmaya başlamıştır. Günümüzde normal vücut fonksiyonlarımız için almamız gereken Omega 3 yağ asidi miktarının sadece 10 da 1 ini alabildiğimiz öngörülmektedir. Bu da bizlere toplum içerisinde kalp hastalıkları, kanser, insülin direnci, diyabet ve obezitenin neden yükselişe geçtiğini açıklamaktadır.

Hindistan’ da Ulusal Beslenme Enstitüsü moleküler biyologlarının yaptığı çalışmada trans yağların gen ekspresyonundaki etkileri araştırılmış ve insülin direncinin yükselmesine neden olan üç değişik gen ekspresyonu bulgulanmış, ayrıştırılmış toksik trans yağ asitlerinin yılda on binlerce koroner, kalp ve diyabet hastalıklarına yol açtığı açıklanmıştır.

ŞEKER

1820 lerde kişi başına yıllık şeker tüketimi ortalama 9 kilogram iken günümüzde bu rakam 68 kilograma çıkmıştır.

Şekerin vücudumuzda bıraktığı genetik “el izi” hakkında araştırma yapan epidemiyolog Lisa Giovanelli tarafından yürütülen sağlıklı yetişkinlerin katıldığı araştırmalarda basit formda şeker (asitli içecekler, şekerli içecekler, işlenmiş tatlılar, pastalar v.b) alımının lenfositlerin (kan hücresi) DNA sında yüksek oksidatif hasara neden olduğu görülmüştür.

YÜKSEK FRUKTOZLU MISUR ŞURUBU (HFCS)

1970 lerde endüstriyelleşme ile bulunan ucuz maliyetli mısır şurubu günümüzde gazlı içeceklerden fast-food ürünlerine kadar uzanan geniş bir yelpazede kullanılmaktadır.

HFCS nin en büyük sağlık riski bu şurubun beynimiz tarafından bir yiyecek ve kalori deposu olarak TANINMIYOR olmasındandır. Yüksek kalori içerdiği halde beynimiz hala aç olduğunu düşünmekte, metabolizmayı daha fazla yemek için yönlendirmekte ve bu zararlı kimyasal ilk etkilerini obezite olarak göstermektedir.

Gen ekspresyonu ise HFCS nin işlenirken ısıtılması sonucunda ortaya çıkan HMF (hidrometilfurfural) ile zarar görmektedir. Bu etki 2009 senesinde büyük yankı uyandıran “Arı Kolonileri” araştırması ile belgelenmiştir. Yıllardır birçok arı kolonisin ölmesi arı üreticilerinin az bulunan çiçek nektarı yerine arıları HFCS ile beslemesi nedeniyle gerçekleşmiş, yüksek dozda HMF nin gen ekspresyonunda yaratıığı hasar ile yok olma başlamıştır.

Gördüğünüz gibi DNA mızın hassas kompozisyon ve bütünlüğüne etki eden birçok beslenme ve oksidasyon dengesizliği bulunmaktadır. Epigenetik mekanizmalarımıza normal ve doğru beslenme stilimizi yeniden öğretmediğimiz sürece toksik maddeler ile bombardımana maruz kalmamız sonucunda sağlığımızı uzun süre korumamız mümkün olmayacaktır.

Zindelikler Dileriz...